x. Christian B. August & Taha
x. Lloyd J. Brooklyn & Hikmet x. Vilcjo Vilhelm & Ege
x. Vorchenza Vescovi & Esra İyi Eğlenceler |
|
|
Gryffindor .x. 000Slytherin .x. 000 Ravenclaw .x. 000 Hufflepuff .x. 000 İyi Eğlenceler |
|
|
Müritler x Eski Yoldaşlık İyi Eğlenceler |
|
|
Gryffindor .x. 000Slytherin .x. 000 Ravenclaw .x. 000 Hufflepuff .x. 000
İyi Eğlenceler |
|
|
|
| Yaratık Alımları | |
|
+3Xavier John Redmond Rudesser T.M. Werop Christian B. August 7 posters | Yazar | Mesaj |
---|
Christian B. August Mürit&Yönetici
Gerçek İsim : Taha. Kan Durumu : Safkan. Taraf : Mürid-i. Mesaj Sayısı : 59 Kayıt tarihi : 29/08/12 Yaş : 104
| Konu: Yaratık Alımları Çarş. Ağus. 29, 2012 7:54 am | |
| Başvurular için: Irk: Örnek RO:
| |
| | | Rudesser T.M. Werop Vampir
Gerçek İsim : Arman Kan Durumu : Az pişmiş Mesaj Sayısı : 16 Kayıt tarihi : 04/09/12 Yaş : 32
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Salı Eyl. 04, 2012 6:47 am | |
| Başvurular için: Irk: Vampir Örnek RO:
Kış kendini hissettirmeye, rüzgâr olanca gücüyle ladinleri titretmeye başlamıştı. Ladinlerin oluşum biçimiyle kasvetli halleri o rüzgârlı akşamda kat kat artıyordu. Kar yağmaya yeni yeni başlamasına rağmen ortalık neredeyse bembeyaz olmuştu. Şiddetli rüzgâr karla birleşip çok güçlü fırtına yaratmıştı. Gökyüzü kıpkırmızıydı, sanki Tanrılar o gece beyazlar içerisindeki ayı özel olarak ısıtmış, kızartmışlardı.
Karlar toprak üzerinde yarım metrelik bir yükseklik oluşturduğu sırada, Tyranser yaşlı gıcırdayan sandalyesinde oturuyordu. Penceresinin küçük çatlağından içeri girmeye çalışan havanın sesini dinlerken bir yandan da önündeki parşömen parçasına bir iki not alıyordu. Beyaz kartal tüyünden kalemini, siyah mürekkep hokkasına batırdıktan sonra elini çenesine götürüp, aklında bir şeyler geçirdi ve mırıldandı; tüy kalemini hokkadan çıkartıp dışarı mürekkep akmasında diye artıkları hokkaya sallarken.
O akşam da diğer akşamlar gibi sıradan geçiyordu Tyranser için, tek fark tipinin haddinden fazla şiddetlenmesiydi. Fakat ayın aldığı bu renkten hiç mi hiç haberi yoktu yaşlı büyücünün. Kızıl ayın beraberinde getirdiği kötülükler hakkında yeterince bilgisi vardı oysaki. En yakınındaki insanları da bu gibi gecelerde kaybetmişti neticesinde, bu uzun sakallı bilge büyücü…
Tyranser hayatta bir asırdan fazla zaman harcamış olmasına karşın hala ayakta dimdik durabilen, insanların saygı gösterdiği gri saçı ve sakalı birbirine karışmış yetenekli bir büyücüydü. Yıllar öncesinden tıraş olmayı bırakmış, sakallarıyla birlikte teninde çıbanlar çıkmaya başlamıştı. Zaten çirkin olan yüzü artık daha da kötü olmuştu. Gerçi yaşlı büyücünün bundan daha önemli düşünecek konuları vardı. Her ne kadar güçlü ve saygın büyücü olmasına karşın, bazı şeylerden korkuyordu ve en önde de ölüm geliyordu. Bu korkusunu kimseyle paylaşmıyordu çünkü emindi bu korkusunun insanlar tarafından bilinmesi üzerinde olan saygınlığı yitirmesine neden olacaktı. Gerçek güçlü bir büyücü ölüme her zaman ‘Merhaba’ diyebilmeliydi ondan korkmamalıydı; çünkü ölüm bir son gibi görünüyor olsa bile yeni bilinmeyen maceraların giriş biletiydi. Korkusuz büyücülerin merakla beklediği maceralara… Kendi aralarında hep tartışmalara yol açmıştı bu bilinmezlikler. Tabi Tyranser için değil, o kendini bu tartışmalardan uzak tutmuştu.
Ayağa kalktı ve cama doğru yöneldi. Rüzgarın tiz sesiyle beraber kulağına dışarıdan sesler geliyordu. Çeşitli ayak sesleri, mırıldanmalar.. .Gerçi bunlar Tyranser için normal seslerdi, o bunları her akşam duyuyordu. Bir ormanın hemen yanında yaşadığı için orman canlılarının seslerine alışıktı. Tipiden dışarısı iyi görünmediği için çıbanlarla kaplı burnunu cama dayadı ve dışarıyı inceledi. Her yer bembeyaz, tipi çok şiddetliydi. Görüş mesafesi en fazla bir metreydi. Ancak buna rağmen Tyranser ayın aldığı bu renk değişimini fark etmesi geç olmadı. Yüzünü gökyüzüne çevirdi ve korkulu gözlerle aya odaklandı. Gözünden bir damla yaş süzüldü yanağına kadar ve aşağıya doğru atladı. Tyranser, damla yere vurana kadar gözüyle takip etti. Güçlü bir çarpma sesiyle yere düştü damla...
Asasını ani bir şekilde çıkarttı ve keskin gözlerle damlanın düştüğü zamanla aynı ana denk gelen kapı patlamasının nedeni olan büyücülere dikti gözlerini. Yavaş yavaş korktuğu başına mı geliyordu yoksa? Hayat onun için yüz on yıldan mı ibaretti? * Kapıdan yavaşça içeri giren Vanemicus ve Zolankor'da asalarıyla konsantre olmuş bir biçimde ona bakıyorlardı. İçerisi soğumaya başlamıştı. Patlayan kapıyla birlikte tipi evin içine doluyordu. Gelen iki yabancıyı Tyranser çok iyi biliyordu, hayatında ilk defa karşılaşmasına rağmen. Bu iki yetenekli büyücü hakkında bir çok efsane duymuştu; kötü şeyler çok kötü şeyler… İki büyücünün de üzerlerinde siyah cüppe vardı dışarıda kar yağmasına rağmen hiç kar kalıntısı kalmamıştı. Tyranser'in konuşarak kaybedecek zamanı yoktu, asasını sanki kırbaç sallarmış gibi salladı. Asasının ucundan mavi ateş süzüldü. Asadan çıktıkça ateş bir bedene bürünüyordu ve bu beden kardeşlere doğru ilerliyordu ejderhaya dönüşen mavi ateş.Kardeşler de asalarını salladılar ve kendi ateşlerini yarattılar Tyranser'e karşı koymak için, onlarınki ise yeşil ateşten iki başlı dev bir yılandı. İki ateşte birbirine doğru son hızda ilerliyordu ve ortada buluştular. Birbirini sararak odanın tavanına doğru uçuşa geçtiler. Ateş ejderha ağzını açarak kendi içinden değişik renklerde ateşler yolluyordu ateş yılınlardan birinin kafasına. O kafa ateşlerden kaçarken diğer kafada ejderhanın boynunu ısırmaya başladı. Az sonra büyük bir patlama daha oluştu. Ejderha boynuna asılan yılandan kurtulmak için kanatlarını açmıştı ve tavana doğru son hızda çarpmıştı. Bütün tavan odanın içine göçtü çatıyla birlikte. Evin içindeki büyücüler asalarıyla yaptıkları ani hareketlerle düşen taş parçalarından korundular ve tekrar karşı saldırıya geçtiler. Ay bütün kızıllığını savaşın geçtiği bölgeye yolluyor, sonuçlanmamış bu düellonun sonucunu açıklıyordu. Tyranser bunu biliyordu ancak bütün enerjisini harcıyordu ölümden kaçmak için. Gece büyücülerin yolladığı değişik şekillerdeki büyülerle farklı farklı renklere bürünüyordu.
Zolankor, Tyranser'i köşeye sıkıştırdı ve yüzünde yerde korkuyla bakan büyücüye nefretle karşılık verdi. Tyranser yüzünü çevirdi ve asasını aramaya koyuldu ancak uzaktaydı. Vanemicus'un ayaklarının dibindeyken o da asayı almak için eğiliyordu. Tekrar Zolankor'un yüzüne döndü, bu sefer Zolankor gülümsüyordu; ama bu gülümseme dostça değildi. Bir zafer gülümsemesiydi... Asasını kaldırdı ve esnek bir hareket çizdi, gece son kez keskin yeşil rengiyle aydınlandı ayın kızıllığı geçtiği anda…
| |
| | | Christian B. August Mürit&Yönetici
Gerçek İsim : Taha. Kan Durumu : Safkan. Taraf : Mürid-i. Mesaj Sayısı : 59 Kayıt tarihi : 29/08/12 Yaş : 104
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Salı Eyl. 04, 2012 6:49 am | |
| | |
| | | Xavier John Redmond Vampir
Gerçek İsim : Ozan Kan Durumu : 0Rh+ Taraf : Tarafsız Mesaj Sayısı : 2 Kayıt tarihi : 04/09/12 Yaş : 27
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Salı Eyl. 04, 2012 6:57 am | |
| Irk: Vampir Örnek RO:
Büyüleyici siyah bir kuş pencerenin önünden huşuyla geçiyordu. Onun havada süzülüşünü izlemek insanın üzerine inanılmaz bir mutluluk salıyordu. Uçmak, özgür olmak. Xavier bu duyguyu hissetmeyeli epey olmuştu. İçindeki isyankâr ruh çığlıklarla hemen Quidditch sahasına gitmesini istiyordu. Bu mutluluğu teninde tekrar hissetmek bedenini kapladığını görmek istiyordu. Mutsuzlukla dışarıdaki havaya baktı. Sabahın tüm güzellikleri ve Ekim' in tüm kasvetini toplamış Xavier’ı isyana davet ediyordu. Bugün Ekim'in son günüydü ve belkide bir kaç ay içinde görebilecekleri son güneşli gündü. Gözlerinde elle tutulabilir bir mutsuzluk vardı. Kendini hapsedilmiş gibi hissediyordu. Özgürlüğü kısıtlanmıştı. Tek görüş günleri ise Çarşamba'larıydı. Onun da gelmesine daha 4 gün vardı. Henüz Quidditch maçları da başlamamıştı. Ruhu sıkılıyordu. Kalbide ona eşlik eder gibi az atmaya başlamıştı. Damarlarında kanının akmasını sağlamanın tek çaresi vardı. Vücuduna hava desteği vermek. Pencerenin yanındaki koltuğu ayaklarıyla iterek doğruldu. Vücudunda somut bir istek dolaşıyordu. Yaşamasının tek çaresinin ne olduğunu bilen ölüme mahkûm bir tutuklu gibiydi. Yatakhaneye ilerleyerek yatağının yanında komodinin kenarına koyduğu süpürgesini aldı. Süpürgesinin pürüzsüz sapını elinde dolaştırırken ateşin vücudunda kalbine doğru ilerlediğini hissedebiliyordu. Gözlerinde kimsenin anlam veremeyeceği bir ışık parıldıyordu. Bunu sadece bir Quidditch Oyuncusu anlayabilirdi. Süpürgesinin ucuna altın harflerle işlenmiş yazıya baktı;"Ateşoku". Yüzündeki gurur ve kibir karışımı duyguyla yatakhanenin soluk kahverengi kapısını açarak ortak salona ilerledi. Ateşokunu aldığı günü hatırlıyordu. Öyle mutluydu ki. Daha önce hiç şeker yememiş bir çocuk gibi ilk kez süpürgeye bindiğini hissetmişti. Daha önce hiç bu kadar muhteşem bir hediyesi olmamıştı. Şimdilerde pek rövanşta bir süpürge olmasa da o günlerde alabilmek için dükkânın önünde kuyruk olurdu. Ateşoku gibi bir kaç süpürge daha çıkmıştı. Ama Ateşokları popülerliklerini hep korumuştu. Hala en çok kullanılan süpürgeler arasındaydı. Xavier onu ellerinde kırılacak bir eşya gibi taşıyarak portre deliğinden tırmandı. Giriş Salonundaki araziye açılan büyük ve ihtişamlı kapıya doğru ilerledi. Heyecanlı bir kalabalık onu içine çekmeye hazır gibiydi. Ama o onlara aldırmadan arazinin muhteşem havasıyla ciğerlerini doldurdu. Herkes bu akşam ki balo için heyecanlıydı. Durmadan kostümleri ve saçları hakkında konuşuyorlardı. Xavier onları duymamaya çalışıyordu. Çünkü kendisi de onlar gibi baloya hazırlanmalıydı ve bu süreç onun havada kalacağı zamanı daraltıyordu. Diğerleri gibi heyecanlı değildi. Ama etrafa yayılan söylentilere göre şimdiye kadar ki en muazzam balo olacaktı. Bu Cadılar Bayramı Büyük Salon' da kutlanmak yerine Balo Salonunda kutlanılacaktı. Xavier bunu duyduğunda söylentilerin gerçek olabileceği kanısına varmıştı. Balo Salonu, içinde her türlü gösteriyi sağlayabilecek kadar büyüktü ve çeşitli sihirlerle donatılmıştı. Xavier en son Balo salonuna girdiğinde ne için orada bulunduğunu hatırladı; Savaşta ölen kahramanlar için yas töreni. Balo ağlıyor gibi görünüyordu. Slytherin'lerin bile üzüldüğü görülebiliyordu. Ki bu odanın sihrinin bir parçası gibi görünüyordu. Oda kendini içindeki kutlama ve anma gibi törenler için hazırlıyordu.
Gecenin nemiyle ıslanmış çimleri ezerek Bekçi kulübesinin arkasındaki patikadan Quidditch sahasına ilerliyordu. Yasak Orman çekiciliğini ve gizemlerini kullanarak insanları içine çekmeye çalışıyordu. Öğrenciler arazinin ıslaklığına aldırmayarak çimlere yayılmıştı. Xavier' de onlar gibi bu ortamın etkisindeydi. Öğleden sonraki dersler iptal edilmişti. Ki bu da bu Cadılar Bayramı' nın Hogwarts' ın tarihine geçeceğinin bir kanıtıydı. Ayaklarının altında ezilen çimlerin seslerinin dışında sessizlikle Quidditch Sahasına ilerledi. Artık adımlarını çamurlaşmaya başlamış toprakta atıyordu. Vücudunu kaplayan bir sıcaklık ellerine doğru ilerledi ve Ateşokunu istemsizce kaldırmasını sağladı. Xavier Ateşokuna atladığında tüm hapsedilmişliğinin üzerinden gittiğini hissetti. Neşeyle çığlık attı. Hava onu sevinçle kucaklamıştı. Gökyüzüne doğru hızla uçtu. Ateş oku hızlandıkça o sesini daha da yükseltiyordu. Gülümseyerek Tutucu çemberlerinin içinden geçti. Kahkahalarıyla sarsılan Quidditch sahası onu bırakmaya niyetli değildi. O da onu. Elinde olmadan gülümseyip çığlıklar atarak Ateş okunun havayı yararken çıkardığı sesleri kuvvetlendiriyordu. O kendini kaybetmişken saatinin tik taklarını duyamıyordu. Zaman gittikçe ilerliyordu. Bir saat sonra Cadılar Bayramı Balosunun başlayacağının farkında bile değildi. Nefes almak ve vücudunu dinlendirmek için havada birkaç saniyeliğine durakladı. Beyninde biraz önce ona buraya gelmesini söyleyen şimdi ise kızgınlığa bürünmüş bir ses saate bakmasını söylüyordu. İstemsizce sol elini kaldırıp kıyafetinin kapattığı saati gün ışığına çıkardı. Gözleri dehşetle açıldıktan bir saniye sonra yere dalışa geçti. Toprağı ezerken gittikçe hızlanıyordu. Artık koşmaya başlamıştı ki arazinin bittiği noktaya, Hogwarts kapısına vardı. Arazinin havasını son bir kez ciğerlerine çekerek Hogwarts’ın heyecan kokan havasına daldı. İnsanlar telaş içinde koridorlarda koşturuyordu. Birçoğu kıyafetlerini giymişti bile. Xavier onların yanından geçerken büyük bir tezat oluşturuyordu. Diğerleri kostümlerini üzerine geçirmişken o terli eşofmanlarıylaydı. Koridor boyunca koşup ortak salonuna vardı. Ev cinlerinin telaşlı sesleri duyulabiliyordu. Portre deliğini hızla açarak içeriye daldı. Arkadaşlarından bazıları ona şaşkınlıkla seslenirken o elini aceleyle sallayarak yatakhaneye koştu. Dün gece hazırladığı kıyafeti gardıropta asılı duruyordu. Ama önce sıcak bir duşa girmeliydi. Buna zamanı yoktu. Bildiği tüm sihirleri zihninde gözden geçiriyordu. En sonunda sık kullanılan bir sihir aklına geldi. Asasını vücudunun etrafında gezindirerek; "Aklapakla" diye mırıldandı. Vücudundaki kirler vantuzla emilirmiş gibi asasının içine ilerlerken o temizlendiğini hissediyordu. Şimdi temizlenmiş olan vücuduna en sevdiği parfümünü sıkarak kıyafetini giyindi. Saçları kendisinden geçmiş gibi görünüyordu.
Adımlarını kendinden emin bir şekilde ortak salona çevirdi. O içeriye girdiğinde birçok bakışı üzerinde hissedebiliyordu. Utangaç bir gülümseme suratını kaplarken çekingen bir şekilde portre deliğinden tırmandı. Bu kıyafetle çok zor oluyordu. Aslında kesimi kolay hareket edebilmeyi sağlıyordu. Ama Xavier böyle bir kıyafeti ilk kez giyiyordu. Kendini şimdiye kadar hiç olmadığı gibi hissediyordu; Yakışıklı ve çekici. Koridorlardan geçerken bakışlar üzerine çevriliyordu. Suratının kırmızıya dönüştüğünü hissedebiliyordu. İçinden Keşke bu olmasa diye diliyordu. Ama bu gecenin böyle geçeceği belliydi. Ona yüzyıllarmış gibi gelen birkaç dakika sonra Balo Salonunun kapısı gözüktü. Salonun ışıklandırması koridora yansımıştı. Daha salona girmeden içini bir heyecan bürüdü. Salon bitene kadar görevlilerden başka kimse görememişti. Birçok kişi içeri akın ediyordu. Xavier kapıdan içeriyi adımladığında nutkunun tutulduğunu fark etti. Hogwartsta daha kaç tane sürpriz yaşayacaktı. Hayatı boyunca hiç böyle bir görkem görmemişti. Zorlukla yutkunarak etrafına bakınıyordu. Keşke 10 tane gözüm olsaydı diye düşündü. Çünkü etrafı bir an önce gözlemleyebilmeyi istiyordu. Oda siyah ve kırmızının aşkıyla döşenmişti. Salonun ışıklandırması on metre yukarıda süzülen oyulmuş devasa balkabaklarının içinden gelen ışıkla yapılıyordu. Masalar oyulmuş devasa balkabakları şeklinde dizayn edilmişti. İnsanlar içine girip oturabiliyorlardı. Siyah perdeler pencerelerin etrafından dolanıyor ve odayı bir çadıra dönüştürüyordu. Dans pisti salonun büyük bir kısmını kaplıyordu ve dans pistinin üzerinde muazzam bir ışıklandırma vardı. Burayı Muggle'ların deyimiyle; bir Diskoya dönüştürmüşlerdi. Xavier şaşkınlık içinde masalardan birine geçti. | |
| | | Gabriel R. L. Churchill Hortkuluk Üstadı
Gerçek İsim : Hikmet Kan Durumu : Melez Taraf : Other Mesaj Sayısı : 25 Kayıt tarihi : 04/09/12
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Salı Eyl. 04, 2012 7:02 am | |
| | |
| | | Jordan de Vielmond Kurtadam
Mesaj Sayısı : 3 Kayıt tarihi : 19/09/12
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Çarş. Eyl. 19, 2012 5:04 am | |
| Kurtadam - Örnek RO, düzenleyemiyorum çünkü mobilim:
Ulu kurt, yeni doğan güneş ile birlikte dalgalanan sancakları üzerinden yine görülebilir hale geldiğinde, yolculuklarının sonuna gelmişlerdi. Verilecek şölene katılmak için içinde en ufak bir arzu bulundurmamasına rağmen lord babasının buyurduğu bir şeye karşı çıkabilecek yetkiye sahip olmadığının farkındaydı Jordan Stark. Yol boyunca eşinin en ufak bir rahatsızlık duymaması için elinden geleni yapmış, arada sırada bu kadını boğsa dahi sürekli bir arzusunu yerine getirebilmek umuduyla peşinde dolanmıştı. Yolculuğun sonuna doğru Stark hanesinin en yeni üyesi olan sarışın kadın Jordan’dan gördüğü aşırı yoğun ilginin onu nasıl yorduğunu eşini kırmayı istemediğini belirten bir tonla belirtirken Jordan’ın onaylamaktan başka çaresi kalmamıştı şüphesiz. Şölen başlayana kadar onu rahat bırakacağına da söz vermişti bu şekilde. Yapabileceğinin en iyisini yapıyordu, bu bile onun için fazlasıyla zordu şu günlerde.
Yemeğin başlangıcından itibaren ise, kadınının ne anlatmak istediğini fazlasıyla net bir biçimde deneyimlemiş, yaşadığı o bunalım hissini ilk elden yatmıştı. Daha önce hiç görmediği lordlar ve leydiler onun ve eşinin adına ne kadar mutlu olduklarını anlatan cümleleri yapay bir heyecan ile ardı ardına sıralarken sıkıntısını belirten bir hareket yapmamak için kendini zor tutuyordu. Devrilen bir göz hakaret olarak algılanabilirdi ve karşısındaki bu kindar yaşlıların ne kadar alıngan olabileceğini yalnızca tanrılar bilebilirdi. Ötekiler götürsün hepinizi, bir rahat bırakın be. Bu küçük dileği ne yazık ki kabul görmedi. Sunulan her tebrikte insanların kulağına nasıl gittiğini merak ediyordu genç adam bu kadar süratli bir şekilde müjdeli haberin. Babası hızlı dağılanın her zaman kara haber olduğunu söylerdi ama görünüşe bakılırsa yaşlı Lord Stark ilk kez yanılmıştı. Büyük ihtimalle dedikodudan bir an bile geri kalmayı sevmeyen hizmetçilerin işiydi, Mona’nınkilerden anladığı kadarıyla kendilerine düşmeyen konularda bir çok yorum sahibi oluyordu onlar. Hanımlarının özel hayatını başkaları ile tartışmak onlar için gündelik bir temizlik işi kadar sıradan olsa gerekti…
Konuşan son çift de yanlarından uzaklaşırken Jordan’ın bacağında hissettiği bir dokunuş kendini düşüncelerinden sıyırmasına sebep oldu. Mona güzel gözlerini ona dikmiş, tek kaşını kaldırmış bir şekilde gülümsüyordu. Yüksek ihtimalle tüm o soylu bunaklardan daha iyi gördüğü için kocasının dikkatinin dağınıklığının başından beri farkındaydı. Gözlerin çoğunun onlardan ayrıldığına emin olduğu bir anda eğildi ve kadının dolgun, renkli dudaklarına kendininkileri kapadı. Kısa bir an sürmüş olsa bile, kesinlikle iyi hissettirmişti. Dudakları ayrıldığında geri çekilmedi, gözleri onunkileri takip etti. Güzelliğinin ne kadar büyüleyici olduğu yakından baktığında çok daha belirgin bir gerçekti. Kadının gülümsemesi yüzünde büyürken Jordan’ın tek düşünebildiği ona ne kadar taptığı olmuştu. Mona’nın ona ait olduğu fikrine inanmakta güçlük çekiyordu.
Bu bir mucizeydi ve var olduğunu her idrak edişinde kalbi bir çekiç gibi vuruyordu.
Gözlerini kapadı ve yine duygularını dizginlemeye çalışırken buldu genç adam kendini. Daha önce bu kadar coşkun bir heyecan duyduğunu hatırlamıyordu herhangi bir şeye dair. Ayrıca mutluydu, hiç olmadığı kadar. Kendine tüm bu inanılmaz anları yaşatan kadına kısa bir bakış attı. Onun için söylemiş olduğu tüm o mantık dışı ve gereksiz sözleri düşündüğünde, anlamsız kelime grupları oduğunu yeni yeni fark ediyordu ve akılsızlığına gülmemek için zor tutuyordu kendini Kuşkusuz onun ne kadar kusursuz bir çiçek olduğunu görmek için sulaması ve kendinden beklenmeyecek büyüklükte bir çaba sarfetmesi gerekmişti ama sonuçtan fazlasıyla memnundu. Şimdi sahip olduklarından daha büyük bir mutluluğun tohumları ilişkilerinin artık eskisi kadar verimsiz olmayan topraklarına ekilmişti, yakın zamanda filizlenecekti.
Kadınına karşı hissettiği tüm bu duygular havanın ağırlaşmasının asıl sebebiydi belki de. Soyutluklarından sıyrılmış dokunulabilir bir hal kazanmıştı. Siyah bukleleri teker teker boynuna yapışırken homurdandı, kışın adamları sıcağı sevmezlerdi. Kral Toprakları ise gereğinden fazla sıcaktı, nemliydi de. O kadar ki zor yolculuk ve hava şartları ile mücadeleden gelen Stark hanesi eşlikcileri, atlarından inmiş ve hedef noktalarına varana dek sürekli üzerlerine terden yapışan bir miktar kumaş parçasını eyerlerin üzerine fırlatmak durumunda kalmışlardı. Şölen salonuna giriş yaptıklarında, hiçbir şey daha iyiyye gitmemişti elbette. Şahit tüm diyarın bir odanın içine tıkıştırılması bu durumu daha da vahim bir hale sokmuştu, Ramona ile bakıştığı o ufak an dışında, buraya geldiği ilk andan beri tek yaptığı şikayet etmekti genç adamın. Erkek kardeşine, kız kardeşine, onun neyi anlatmaya çalıştığını doğru olarak anlayabilecek herkese krala o an ne kadar lanet ettiğini fısıldıyordu. “Siktiğimin herifinin siktiğimin kralyet göbeğine itafen şenlik veriliyor diye kat ettiğimiz yola bak.” Angela kıkırdamış, Axel ise omuz silkmekle yetinmişti. Ağabeyinin bu geziden yararlanacağını sezinledi Jordan, tabii ya; iç sesi onu kısa bir süre sonra aydınlattı, edepsiz güney fahişeleri sayesinde kendini memnun edecek. Aksi taktirde ağabeyinin de böyle bir geziden yeterince zevk alamayacağı, aşikardı.
Şimdi burada, ürkütücü derecede kalabalık şölen salonunda, tek dileği ona verilen misafir odasına çıkmak; karısını koynuna alıp gün yeniden doğana, insanlar gürültüleri ile onu artık yataktan çıkmaya zorlayana dek uyumaktı. Fakat Ramona’nın bir sırıtışla birlikte mırıldandığı kelimeler tüm hayallerni küle dönüştürdü. Onlara yanaşan kadın fazlasıyla rahat giyimli, saçları özensizce sağ omzunun üzerinde bir iple bağlanıp birleştirilmiş bir kadındı. Sol kulağının altından sarkan bir tutam saç ile buraya ait değilmiş gibi görünüyordu. Şu ana kadar gördüğü tüm leydiler mükemmel gülümsemeleri, işlenmiş elbiseleri ve hizmetçilerine yaptırılmış saçları ile; an itibariyle önünde duran kadın ile karşılaştırıldıklarında, parlıyorlardı. Herhangi bir reverans, bir saygı gösterisi, varlıklarına sunulmuş nazik kelimeler olmaksızın Kışyarı Starkları’ndan Jordan’ın önünde durdu kadın, saniyelerce gözünü genç adamın üzerinden ayırmadı. Sanki yüzünün her yanını inceliyordu, bakışlarından rahatsızlık duymamak gibi bir seçeneği yoktu Jordan’ın. Kim olduğunu sormaya fırsat bulamadan kadın kurumuş ve çatlamış dudaklarını araladı, kullanacağı ilk kelimeyi düşünürken alt dudağını yaladı, sesi fazlasıyla samimiyetsiz, cansız ve bir o kadar da kaba bir tını ile genç adamın kulaklarına ulaştı.
“İkinci çocuğunuz size mutluluk dolu günler getirsin lordum.”
Kelimeler, kullanılan dile fazla gelen bir nezaket örneğiydi; ezberlenmiş bir kalıp gibi tek düze bir sesle söylenmiş fakat dikkatle dinleyen birinin kolaylıkla seçebileceği bir vurguyu da içinde gizlemişti. Jordan’ın fark etmesi uzun sürdü. Kadının ne dediğine kulak vermediği için kızıyordu kendisine. Ramona’nın değişen yüz ifadesinden bir problem olduğunu sezinlemişti. Bunun için bir tebrik hakettiği de söylenemezdi elbette… Eşi, şölenin başından beri gelen herkese gülücükler saçarken karşılarında dikilen vasat görünümlü hizmetçi veya fahişenin sesi kelimelere doldurulup genç çiftin üzerine bir su dalgası misali ilk kez vurduğu andan beri, boş bakıyordu. Çevresinde çoğalan fısıltılar genç adamın bedeni çevresinde dans etmeye başladığında, Jordan sorunun kökü olan kelimeleri seçebilmişti. Kadın, ikinci çocuğunuz demişti. İkinci. Dudaklarının kuruduğunu hissetti. Eli önünde duran kadehe kaydı, tavandan sarkan mumların ışığı, metalin parlak yüzeyine yansıyıp gözlerini kamaştırdı. Sonrası daha hızlıydı, şarabından büyük bir yudum aldı ve bedeninin içi de dışarıyı çevrelen ateşinki kadar vicdansız bir sıcak ile yıkandı. Ne söylemesi gerektiğini bulabilecek kadar uzun bir vakti yoktu. Çenesinden gömleğine damlayan kızıl sıvı ipeğin üstünde bir kan lekesi gibi dağılırken dudaklarını ilk defa isteyerek araladı.
“Anlayamadım?” “Beni tanımadınız mı lordum?” “Tanımam mı gerekiyor?” “Adım Miranda lordum, kızınızın annesiyim.” “Ne dediğinizin farkında olmadığınızdan şüpheliyim. Benim tek evladım güzel karımın içinde uyuyandır.” “Yanılıyorsunuz lordum, size benzeyen bir kızınız da var. İsterseniz onu hemen getirebilirim. İçerde, o da uyuyor lordum, görmelisiniz, fakat onun yatağı ne yazık ki mutfakta lordum.”
Ne konuştuğunu bilmeyen bir çocuk gibi hissediyordu. Endişeliydi. Tanımadığı bir kadın önüne geçmiş saçmalık kokan kelimelerini sıralarken içinde taşıdığı mutluluk dolu mataranın kapağı açılmış, parlak ve kutsal sıvı, yerlere dökülüp ziyan edilmişti. Bakışları Mona’nın üzerine kaydı, gözleri yorulmuştu, hemen buradan kaçmak istiyordu. Hayır, önce fısıldayan tüm tanınmış lordları ve leydileri soylu birer ceset haline getirecekti. Sonra da karısını alacak, onunla birlikte eve dönecek ve aşklarına ve meyvelerine olan sevgisinin asla bitmeyeceğine dair içten bir yemin sunacaktı. Kadınının yüzündeki hayal kırıklığını okuyabiliyordu ve bu yüzünü sanki şöminenin içine sokmuş gibi hissetttirmişti. Tüm bedeni alev alev yanıyordu, ağlamak ve özür dilemek istiyordu fakat yapamazdı. Tüm bu kalabalığın ortasında yapmamalıydı. Ramona biçimli dudaklarını aralarken genç adam ne söyleyeceğinden korktuğunu biliyordu, korkak bir piç kurusuyum diye düşündü. Fakat böyle olmaktan değil de onları şu an bu konuma düşüren dikkatsizliğinden utanıyordu.
“Kızı buraya getirin.”
Karısının kelimeleri kafasında belki de milyonlarca kez yankılandı.
Eşi konuşurken, asla duymadığı bir ses onun yerine dizmişti kelimeleri birbirinin ardına. Jordan onun koluna dokunmak için bir hamle yaptı, kadının dikkatini kendine çektiğinde söyleyeceği bir şey yoktu, Havada asılı kalan eli zayıf düşen kolundan daha fazla destek alamadı ve genç adamın titreyen bacaklarının üstüne yığıldı. Bu güne kadar hiçbir kelimenin geremediği sinirleri parçalanmış gibiydi. İnsanların onunla ilgili konuşmasını sevmiyordu. Fikir fazlasıyla dengesini bozuyor, küfürler ederek kılıcını çekmesi için kulağına acı dolu bir sesle yalvarıyordu. Gözlerinin altı yandı, hayır, kafasının içinde alevden insanlar ruhunu tırmalıyor, sivri uçlu ve ateşten kararmış parmaklarını kalbine giden yolu açmak için hunharca bir o yana bir bu yana sallıyorlardı. Beni öldürecekler, diye düşündü. Şaka gibiydi, saniyeler öncesine kadar onun sonunu gelip giden soyluların getireceğine olan sonsuz inancının yerini üzerine ne kadar şaraplı bez sererse sersin acısı dinmeyecek bir yara almıştı. İçinde bir yerlerde, Mona'nın surat ifadesindeki değişikliklerde birlikte, ölüyordu. Kadının ay ışığında yıkanmışçasına parlak saçları, kusursuzluğunu ilan etmek için açılan camdan esen rüzgarla birlikte hareketlendi, aynı rüzgar kısa zaman öncesine kadar, Jordan'ın çevresini saran o boğucu katmanı da peşine sürükleyerek ayrılabilirdi, genç adamı nefessiz bırakan sıcağı alt edebilirdi fakat şu an; sürülen tüm o baharat esanslı kokular ve yemeklerden yükselen buharla birlikte ağırlaşan hava, ağzından içeri doluyor ve onu içten zehirliyordu.
Rüzgar tenini yalayıp geçerken yüzüne kısacık bir an için değen saçların burnuna sunduğu o eşsiz koku, onu kabusundan uyandırmaya yetti. Aslında Mona ona baksa, açıklayabileceğini fark etti. Önemli olan onu ne kadar sevdiğini anlatmasıydı, her şeyi düzeltebileceğine inanıyordu içindeki kıpırtıların. Kalbinin onun gözleri için atmasının bir anlamı olmalıydı ne de olsa, onların birbirlerine ait olduğunu sadece Jordan ve Mona bilse dahi, yeterliydi. Sakinleşmek için derin bir nefes aldı, ağır parfümlerin sindiği basık hava ciğerlerine doldu. Kendine gelene dek ne kadar vakti sessizlikle harcadığını bilmiyordu, sadece o süre içinde erkekliğinin elinden uçup gitmiş olduğunun farkındaydı, gerdek gecesine hazırlanan bir bakire gibi sızlanmış, ağlamak istemişti... Eşinin emrinin yerine getirilmesi için kafasını eğdi, fahişe arkasını dönüp koşarak mutfağa ilerlerken. Yan masada oturan babasının sancak beylerinden birinin oğlu ayaklandı. Jordan'ın yanına geldi ve oturan genç adamın hizasına gelebilmek için eğildi; "O kadını tanırım, yalan söylediğine eminim." Kelimeler buzdan sarkıtlardı, sivri uçları bir sarsıntının ardından Jordan'ın üzerine saplanmıştı. Bir fahişenin yalan uğruna gecesini mahvedebileceği ihtimali nefretin kanına karışması için yeterli olmuştu. Paçavralar içindeki kadın geri geldiğinde, arkasında una bulanmış eteklerini çekiştiren bir genç kızın elini tutan çocuğu gördü. Kadına baktı, artık o da kendi sesi ile konuşmuyordu.
“Yaklaş.”
Kahverengi bukleleri kulak hizasına kadar uzamış bir kızdı, henüz bacaklarını tam olarak kullanamadığı için sürekli tökezliyordu küçük bedeni. Dudakları sürekli kımıldıyordu, yanında ona yürümesi için destedk veren kıza bir şeyler anlattığını düşündü Jordan. Görüntüdeki uygunsuzluk o zamana kadar rahatsız etmemişti onu. Annesi neden kızını iki adım yürütme zahmetine girmiyordu? Onlara ulaşamadan Mona ayaklandı, hızla arkasından geçerken ipek elbisesinin kumaşı Jordan'ın açıkta kalan kaslı kollarına soğuk bir buse kondurdu. Eşinin peşinden ilerlemek için masadaki herkesten izin istedi. Sakinliğini korumak zorundaydı fakat başarabileceğini sanmıyordu. Axel'a baktı, gözlerinin ne istiyorsa ver dediğini anlamış olacak ki abisi hafif bir sırıtışla cevap verdi. Onun da eğlenmediği gün gibi ortadaydı, sadece ağabeyi Jordan'dan daha sakin kalmayı beceriyordu böyle durumların karşısında. Adımları insan kalabalığını arkasında bıraktıkça hızlandı, Mona'nın bu kadar hızlı nereye kaybolduğunu merak ederken eşinin yumuşak tabanlı ayakkabılarının yeri hınçla döverken zeminin verdiği yanıtlar kulağına ilişti. Adım seslerini takip etti. Tahmin ettiği gibi önüne çıkan koridorda sertçe kapanan kapının gürültüsü yankılandı, odalarına doğru ilerken adamın attığı adımlar daha ağır ve kendinden emin olduğunu ispatlarcasına güçlüydü.
İçeri girdiğinde Ramona fazlasıyla sessizdi, yatağın üzerine serişmiş bedeni, elbisesiyle aynı renk olay yatak örtüsü üzerinde, hızlı nefes alış verişleriyle kalkıp inen dolgun göğüsleri ve kalenin çevresinde dolanan bekçilerin elindeki meşalelerin camdan sızan ışığı ile canlanan saçları da olmasa adeta saklanmıştı. Yatağın dibine kadar sakince ilerledi, yavaşça otururken yatak o kadar yumuşaktı ki hafifçe içe gömüldü. Genç adamın güçlü kolları eşinin bacağına değdi. Ona bakması için Tanrılara ufak bir yakarış sundu fakat güneyde eski tanrıların işinin olmadığı bir de kendi deneyimleri ile öğrenmekten başka bir yararını görmedi bu durumun. Yatakta sürünerek güzel eşinin yanına uzandı, yorgun parmakları onun altın suyuna batırılmış gibi görünen güzel saçları arasında gezinirken kadının kıvrımlı vücudunu kendine çekti. Kolları kendine sırtı dönük bir biçimde yatan bedene sımsıkı sarıldı. Kelimeleri elinden geldiğince nazikçe seçmeye çalışıyordu. Mona'yı üzecek her hangi bir şeyin kendi ağzından çıkmasına dayanamazdı, bu gün değil. Sol eli kadının kollarını okşayarak yanağına kadar tırmandı, güzel yüzünü şu an göremiyor olsa bile, çoktan ezberlemişti. Parmakları kadının çenesinden yanağına doğru kımıldanırken genç adam sakince bir buse kondurdu Ramona'nın omzuna. Sessizliği kendisi deldi, bir fısıltı şeklinde çıkan kelimelerin kadının kulağına olağanca netlikte ulaşabileceğini umuyordu.
"Sevgilim?"
Mona kımıldamadı, sessizliğinin Jordan'ın karnında dönüp duran bir bıçak olduğunu bilmiyordu büyük ihtimalle. Kızgın olup olmadığını kestirememek genç adamın en büyük sıkıntısıydı, konuşacak olsa, nefretini kussa kesinlikle daha kolay olurdu her şey onun için şu anda. Eli yüzünü keşfi bırakıp Mona'nın hafif belirginleşen kardının üzerine kapandı. Onların evladı, mutluluklarının sonsuz güvencesi olacaktı... Hayal kırıklıkları ile dolu bir gelecek istemiyordu genç adam. Hem kendisi, hem kadını, hem de doğacak çocuğu için. Eğer gerekirse gün ağarana kadar, yaz geçip kışın soğuğunda donana kadar orada durur, özür dilerdi. Zaten ondan önce olan bir şeydi, kadın onun için zerre önem taşımıyordu, Mona'nınsa bunu anlayacağını biliyordu. Onun hissleri tamamen karısına özeldi, ondan başka kimseye aynı değeri veremezdi.
"Özür dilerim."
Aşağıda gördüğü küçük kızın bir an için orada olduğunu, onlarla konuştuğunu sandı. Arkasını dönüp kontrol etmedi.
"Benden değil, çocuğundan özür dile. Babasız büyüyeceği için, seni tanıyamayacağı için özür dile Jordan. Annesi bırakıyorsa, çocuk kaleye alınacak. Bizimle büyüyecek, ben onu babasız bırakamam."
"Hayır."
Sesi gittikçe kısılan kadın kelimelerini güçlendirmesi ve desteklemesi için gözlerini kullanıyor gibiydi. Cümlenin yarattığı etki iliklerine kadar işleyen bir soğuğu da beraberinde getirdi. Dudakları hızlı bir yanıta hayat vermek için aralanırken aklında uçuşan bin bir türlü gelecek senaryosunu kovalamaya fırsat bulamadı. Cevabını düşünmeden vermişti, kadını cümlesinin o görünmez noktasını konduramadan konuşmuştu ama haklılığından kesinlikle emindi. Mona'nın ne düşündüğünü bilmiyordu kuşkusuz ama kadının doğru olanı yapmaya çalıştığının da farkındaydı. Onun sevgisini kaybedebilecek olma ihtimalini ne kadar görmezden gelmeye çabalasa da, olasılık kafasının içini kemiren lanet olası bir böcek gibiydi; düşüncelerinin arasında hapis edildiği karanlık odada bir o yana bir bu yana yürürken, rahatsız edici bir karıncalanma hissine yol açıyordu. Jordan'ın beynini uyuşturuyordu... Peki ya kız büyüyünce, sormak istediği sorunun cevabını kafasının içindeki o lanet olası böcek yanıtladı; çocuktan nefret edebilir, ona baktığında sana olan inancı yudum yudum tükenebilir... Hayali bir kurt sinsice yaklaştı konuşan böceğin arkasından, genç adamın yüreğini sivri dişlerinin arasında sıkıştırdı, bedeni kendisinden koparılan et parçasının çalınışına dur diyemedi. Ama Jordan diyecekti, o fahişenin Mona'sını elinden almasına göz yumamazdı, buna katlanamazdı, hayır. Geçmişteki bir hatadan ibaretti, çocukluğunun dikkatsizliğinin bedeli bu olmamalıydı. Sessizliğin en büyük düşmanı olduğunu söyleyen iç sesine alaycı bir küfür savurdu. Yanılgı, ağzında aşağıda tattığı tüm baharatlardan daha da keskin bir tadın dağılmasına sebep olmuştu. Kadının kelimelerindeki arzu dolu tizlik beklentilerini karşılamamıştı, evet ama ses tonu kelimelerin içini tüm keskinliği ile dolduramayacak kadar yumuşaktı. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Kindar değildi bakışları, fakat aşık olduğu kadının o parlak gözleri de değildi onu seyreden. Mona'ya haksız olduğunu söylemek istedi, eğer kadın gerçekten Jordan'ın tohumuna gebe kaldıysa Kışyarında çalışıyor olmalıydı o zamanlar, bir fahişe kimden hamile kaldığına eğer bu kadar eminse çocuk ilk doğduğunda onu babasına sunma şansına fazlasıyla sahipti. Kral Topraklarına göç etmek, yapılabilecek en doğru şey değildi. Kafasının içinde milyonlarca özür metni hazırlamıştı çoktan fakat şimdi Ramona planlarını mahvediyordu. Düşününce bunu ilk yapışı değildi zaten, tanıştıkları ilk gün onu deli etmeyi yapılacaklar listesine kazımış bir genç adam olarak kadına deliler gibi aşık olmak kendi beklentilerinin çok ötesindeydi. Dudakları bezgin bir soluğun kaçmasına izin verdi ciğerlerinden. Bakışları ne söylemesi gerektiğini bilmediğini açıklıyordu utangaç bir edayla kadına.
"İstemiyorum aşkım, buna onay vermemi bekleme."
Vicdanının dizginleri ele almasına izin vermemeliydi. Küçük kızın sesini odanın duvarlarının ötesinde, yeniden duydu. Mona'nın bakışlarının ardında, onun o zorlanarak yürüyüşünü istedi. Annesi bir fahişe dahi olsa, kız onun kanını taşıyordu. Kanımın kanı. Fakat onun için sahip olduğu en değerli hazineyi kaybetmeye değer miydi bu, emin olamıyordu. Üzüntüsü ve utancı sürekli körüklenen bir alev gibi parıldarken, endişeleri dile gelmiş, ensesinde biriken su damlaları aracılığıyla konuşuyordu. Yorgundu, düşünmek istemiyordu. Kendini uykunun kollarına bırakabilseydi her şey daha kolay olurdu... Karısının isteği üzerine söylenecek tüm o uygunsuz yorumları düşündü. Leydilerin eşlerine eğilip mırıldanacağı sözleri tahmin etmece, Jordan'ın vakit geçirmek için tercih edeceği bir yöntem değildi şüphesiz. Dikkatini dağıtan fısıltılar ait oldukları o sinsi dudaklara geri dönsün diye yalvarırken, uçuşan kelimeler aralarındaki o soğuk boşluğu çoğaltırken ne kadar zaman geçti, algılayamıyordu genç adam. İlk başta amacı karısının narin bedenini kendisininkine bir etmekmişçesine sarılmıştı ona. İşe yarar sanmıştı fakat Mona'nın sıcak nefesi beklediği hecelere hayat verene kadar o buzdan duvarı eritemeyeceğini anlamıştı kısa süre sonra. Konuşması sırasında onu ikna etmek için yardımına muhtaç olduğu dokunuşları hala yönünü değiştirmemişti. Parmak uçları yumuşak bedene uyarılar yollamaya çalışmalarına rağmen fazlasıyla nazikti. Kadının inadını kırabilseydi keşke, düşüncelerini onaylatmanın bir yolunu bulabilseydi. Hareketleri, yalvarırım Mona diyordu; kadının tenine en aciz ihtiyacını fısıldıyordu. İşe yaramadığını biliyordu uğraşlarının, Mona onunla istemediği sürece uzlaşmaya varmazdı, istediğini elde edene dek yüzüne bile bakmazdı istese. Jordan bu yönteme başvurmadığı için minnettardı karısına. Mona'nın sürekli ağzına geri tıktığı kelimeleri ve sözleri nefes borusunu tıkadı, sessiz kalma zorunluluğu kendni boğmaya başladığında. Tamam, dedi. Kelime kısaydı, söylenişi bir kalp atışı kadar sürmüştü. Fakat Mona'nın yüzündeki gülümsemeye baktığında, istediği sonucu aldığını görebiliyordu eşinin.
Odadan çıkarken Mona'nın gözleri içinde dans eden ışıktan birer damla varmışçasına parlıyordu. İstediğini elde eden bir kadının sonsuz gülücükleri diye düşündü Jordan, iç sesinin sözleri yüzünde buruk bir tebessüme sebep oldu. Kötü sonuçlar doğurmaması için dualar ediyordu bu yaptıklarının. Mona'nın sadece gebeliğin etkisinde arşa vuran vicdanının geçici etkisi ile hareket ediyor olmasından korkuyordu. Ama endişelerinden daha fazla söz etmedi. Merdivenden inerken, parmakları birbirine kenetlenmişti genç kadın ile. Sözlerin anlatamayacağı bir duygu yoğun şeritler halinde adamın avuç içlerinden akıyordu kadının dokunuşu sayesinde. Kötü fikirleri kafasından savuşturmada daha başarılıydı bu defa. Işığın zihninden içeri dolmasına izin verdi, yukarı çıkarken takip ettiği o sert adımları hiç andırmayan yumuşak dokunuşlar merdiveni ezerken genç kadın trabzanlara tutunmak yerine eşine yaslanmayı tercih etti. O anın hiç bitmemesini diledi Jordan, fakat daha önceki dualarının çoğu gibi, lanetli güney havası bunu da yutup dipsiz umutsuzluk çukuruna yolladı midesindeki... Salona girdiklerinde insanlar onları izliyor, genç adamın tahmin ettiği gibi fısıldaşıyorlardı. Kuzeyin eşlikçilerinden bir adamı eliyle yanına çağırırken fark etmeden Mona'nın elini bırakmıştı. Zehirli mırıltılar kulağını doldururken kendi sesini zar zor duruyordu genç adam. Ona yaklaşan adamın çehresini anımsar gibi oldu, kendisi ile bu lanet olası geceye olan kinini paylaşmış olduğuna emindi Jordan o iğrenç yolculukları sırasında. Adamın neden bahsettiğini anladığına emindi şu anda, kendisine hak veriyor olmalıydı. Bu şölen uğursuzluktan başka bir şey sokmamıştı Jordan'ın ruhuna, bir de midesine giden leziz yemekler vardı, hepsi bu.
"Fahişeyi bulun bana. Kızını da getirmesini söyleyin. Fakat bu defa onu kendisi taşısın. Başkası aracılığıyla yürüdüğünü görmek istemiyorum çocuğun. Kucağında getirmesini emrettiğimi söyle. Leydimin onunla görüşeceği önemli bir konu olduğunu da belirt. Kelimelerine hakim olamayacaksa, ağzını bir bezle örtsün de gelsin."
| |
| | | Dungeon Master Yönetici
Mesaj Sayısı : 76 Kayıt tarihi : 04/08/12
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Çarş. Eyl. 19, 2012 5:05 am | |
| | |
| | | Darja Romanova
Mesaj Sayısı : 2 Kayıt tarihi : 23/09/12
| Konu: Geri: Yaratık Alımları Paz Eyl. 23, 2012 4:03 am | |
| Vampir. - Örnek RO:
Genç adam, rutin aile toplantılarından birine katılmak amacıyla yola çıkmıştı o akşam. Pardösüsünün yakasını, yüzünün büyük bir kısmını kapatacak şekilde çekiştirerek kendini esen rüzgâra karşı korunaklı bir hâle getirmiş, şapkasını da eğip gözlerini sokak lambalarından süzülen parlak ışıktan sakınmıştı. Uzaktan bakıldığında sıradan bir gençten farksızdı o, ancak giysilerinin altında, derisine işlenmiş mühürler ve damalarında da melek soyundan geldiğinin kanıtı olan nefilim kanı akmaktaydı. Evet, sıradan biri değildi Tobiasz. Soyunu reddeden babasına karşın o, gücün getirdiği sorumlulukla başa çıkabilecek nitelikte biriydi, yine de ailesinden kopmamak adına sabretmiş, on dört yaşına bastığında ise Idris’e giderek oradaki enstitüye kaydını yaptırmıştı. Dört yıl içerisinde mezun olmuş, yine Amerika’ya ailesinin Polonya’dan göç ettiği topraklara geri dönmüştü. Çünkü o diğerleri gibi yaşamaya alışkın değildi ve bir de her şeyden önemlisi, Jaleh vardı. Ah, genç adamın düşünceleri ne zaman kadının üzerinde yoğunlaşsa kalbi tekliyor, midesi hoş, tanıdık bir hisle burkuluyordu. Neredeyse beş yaşından beri kıza aşıktı ve her daim de yanında olmuştu. Enstitüde geçirdiği o dört yıl boyunca hayal ettiği tek şey, sevgilisinin hafif çekik gözleri ile yumuşacık dudaklarıydı. Genç adam derin bir nefes alarak ona söylediği yalanlar için hafif bir pişmanlık duydu. Nerede olduğu, neler yaptığı ve kim olduğu konusunda Jaleh’e sürekli yalan söylüyordu. Buna mecburdu, bir gün tüm bu olanları ona anlattığında kızın da kendisine anlayış göstereceğini umuyordu. Birden, uzaktan gelen bağrışmalar ile irkilerek gerçekliğe geri döndü. Merak içerisinde köşeyi dönerken ne ile karşılaşacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Birkaç adam toplanmış, cüsselerine göre bir hayli ufak tefek kaçan birini duvara sıkıştırıp tartaklıyorlardı. Tobiasz, adımlarını hızlandırarak küçük gruba yöneldi, karşısındaki adamlar birer iblis değillerdi ancak kendini zayıf olan sıradandan sorumlu hissetmişti bir an için. Ayrıca, başına iş açılacağını da düşünmediğinden olaya karışmak konusunda herhangi bir çekincesi yoktu. Her ne kadar kalıplı olurlarsa olsunlar Tobiasz, damarlarında akan kan sayesinde hepsinin hakkından kolayca gelebilirdi. Tabii, dikkat etmediği bir nokta vardı: Aşağıdünyalılar da aynı onun gibi insanlardan üstün, farklı güçlere sahiplerdi ve göz boyama büyüleri ile New York sokaklarında kimliklerini belli etmeksizin cirit atıyorlardı. Evet, gözden kaçırdığı bu ayrıntı hayatını tümden değiştirecekti, o gece başına gelen her şeyin pis bir kumpas olduğu aklının ucundan dahi geçmemişti genç adamın.
Kendine geldiğinde grubun göründüğü kadar küçük olmadığını fark etmesi fazla vaktini almamıştı Tobi’nin. Tartışmaya dahil olmak üzere yürürken arkasından aldığı darbe ile yere yığılmış olmalıydı, şimdi toprak zeminde yatıyor, kanayan burnundan akan kan ağzının içine doluyordu. Tuzlu, metalik sıvıyı tükürerek doğrulmaya çalıştı, ancak elleri ve ayakları bağlı olduğundan kımıldayamayacak kadar çaresiz bir hâldeydi. Neler olduğunu bir türlü kavrayamıyordu, henüz bu dünyaya ayak uyduramamış genç bir nefilimdi o. Bu hâle nasıl düşmüştü? Etraftaki yoğun koku, çemberdekilerin hepsinin ya da en azından birçoğunun kurtadam olduğuna işaret ediyordu. “Benden ne istiyorsunuz?” diye seslendi, karanlıkta doğru düzgün seçemediği gölgelere bakarak. Fakat aldığı yanıt çığlıklarına karışmış, gecenin karanlığında kaybolup gitmişi. Uyandığında, kurtlarla çevrelenmiş olduğunu anımsıyordu, genç adamı yalıyor, ısırıyor ve bedenini hırpalıyorlardı. En sonunda ise keskin bir acı hissetmiş, dünyanın karanlığa gömüldüğünü düşünerek gözlerini yummuştu. Bağırmak istiyordu ancak vücudu emirlerine itaat etmeden acı içinde kavruluyordu, sıcak… Öyle sıcaktı ki, bedeninin alev aldığını ve simsiyah olup çirkin, plastikten bir kabuğa dönene dek yandığını düşünüyordu.
En sonunda, rüzgâr çıplak bedenini yaladığında kötü bir kâbustan uyanmış gibi, hafifçe titreyerek gözlerini aralayıp gökyüzüne baktı. Vücudundaki son güç kırıntılarını da kullanarak çaresizce doğrulup oturdu, etrafta hiç kimse yoktu. Ancak arada kilometreler olmasına rağmen ağaçların ardından şehrin gürültüsünü duyabiliyordu. Başına gelenlere gerçekten inanamıyordu, o gurur duyduğu ırkın bir parçası değildi artık, hor görülen aşağıdünyalılardan birine dönüşmüştü! Ama neden? Belli ki planlı bir saldırıydı ancak Tobiasz anlayamıyordu, bugüne dek ne yapmıştı da böyle bir düşman edinmişti? Umutsuzca düşünüyor, nereye gidebileceği konusunda zihnindeki çarkları hızla döndürüyordu. Eve dönemezdi elbette, artık öyle bir seçeneği yoktu. Babası, gölge avcılarından ve merkezden uzak durmasına rağmen, aşağıdünyalılar hakkındaki görüşleri konusunda sabit fikirliydi. Peki ya Jaleh? O ne olacaktı? Genç kıza söylediği yalanların haddi hesabı yokken bir de bunun yükünü mü taşıyacaktı omuzlarında! Düşünceleri beyninde oradan oraya savrulurken yorulduğunu hissetti, boynundaki ısırık da canını yakıyordu zaten. Adeta delirmiş gibiydi, ne yapacağını bilmeden sarsak hareketlerle yürümeye başladı. İşittiği seslere kulak vererek şehre doğru ilerledi, dayanamayacağını düşündüğünde ise aklında beliren tek şey, o hafif çekik gözler ile yumuk, bembeyaz ellerdi. Hüzün, bedeninin her bir yanını kaplarken yapacağı şeyin herkes için en iyisi olacağından emindi genç adam. Bu yüzden de yol kenarına geldiğinde, kendini savrulmuş gibi görünecek şekilde yere bıraktı. Tobiasz Krzesimir’in hayatı burada son bulacak, kendi cenazesinden sonra ise yeniden, bambaşka bir şekilde başlayacaktı. Durumu bu denli çabuk kabullenmesine kendi de şaşırmıştı ancak bunun geçirdiği travmanın etkisi olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, ölmek istemiyorsa buna zaten alışmak durumundaydı. Artık bambaşka biriydi, hayvandan farksız bir canlı olarak yaşamını sürdürecekti, dört ayağı üzerinde koşacak ve avlanarak beslenecekti. Tabutunda ölü gibi yatarken bunları ve ardında bıraktıklarını düşünüyordu. Cenazesini daha önce hiç hayal etmemişti ancak böylesine sıradan bir tören beklemiyordu doğrusu. Annesi ve babası ayakta durmakta zorlanıyor, tek oğullarının yasını tutuyorlardı. Bir diğer yanda ise Jaleh elini ağzına bastırmış, siyahlara bürünmüştü. Genç adam, kalbi acıyla kasılırken elinden hiçbir şey gelmeyeceğini kendine tekrar tekrar hatırlatıyordu. Verdiği sözlerde de duramamıştı işte, Jaleh ile bir ömür birlikte olacaklarına dair verdiği sözler, en şehvetli anlarında kulağına fısıldadığı aşk dolu mısralar… Her şey eski, hüzünlü birer anı olarak kalacaktı. Tobiasz’ın beyninin kilitli bir köşesinde, kendinden bile sakınacağı bir yerde çünkü yaraları deşmenin veya geçmişin özlemiyle yanıp tutuşmanın oğlana bu saatten sonra hiçbir yararı olmayacaktı.
Beş ay sonra. Tobiasz, cenazesinden sonraki birkaç ayı önce İngilterede geçirmiş, daha sonra Rusya’ya geçmiş ve şimdi de evine, New York’a dönme kararı almıştı. Buraya dönmek sandığı kadar kolay olmamıştı ancak, kalıcı olacağı için NY Kurtadam klanına girmesi gerekmekteydi. Bu yüzden de onların karargahı olan Cave’e doğru yol alıyordu. Hafif hafif esan rüzgâra karşı yürürken kollarını açıkta bırakan tişörtünün üzerinden yaptırdığı son dövmelere baktı. Artık mühürleri yoktu ve kendini çıplakmıi gibi hissediyordu genç adam, bu yüzden de kendince anlamlı bulduğu işaretleri ve bazı nefilim mühürlerini bedenine işlemiş, stel yerine mürekkep kullanmıştı. Bu sayede, aynaya baktığında kendine tamamen yabancı birini görmüyordu ve geçmişinden tamamen kopmamış olduğunu hissediyordu. Uzun adımlarla köşeyi dönüp “Cave” yazılı tabelayı gördükten sonra duraksadı, içinde tuhaf bir his vardı. Anlamını bilmediği garip duygularla boğuşup duruyordu zaten şu son günlerde. Tüm bunları yaklaşan dolunaya yorarak ahşap kapıyı omzuyla itip açtı ve burnuna çarpan o tanıdık bahar kokusunu içine çekerek geri çekildi. Tanrım, diye düşündü. Jaleh! Genç kızın burada ne işi vardı ki? Burası kurtlara hitap eden ve onların karargâhına ev sahipliği yapan bar görünümlü bir mekândı! Genç adamın kalbi gümbür gümbür atıyor, tüm vücudu bir tür elektrik akımına kapılmış gibi titriyordu. Korku, endişe, hüzün ve özlem. Hepsi bir aradaydı şimdi, gözleri hafifçe dolarken bara doğru istemsizce yaklaştığını fark etti. Evet, şimdi bir çift hafiften çekik göz kendisine inanamayan bir tavırla dikilmişti. "Jaleh" diye fısıldadı, son nefesini verirmişçesine.
| |
| | | | Yaratık Alımları | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |