Violette Auriville Ravenclaw IV. Sınıf
Gerçek İsim : Ezgi. Kan Durumu : Safkan. Taraf : chancellor kabızı. Mesaj Sayısı : 4 Kayıt tarihi : 12/09/12
| Konu: Violette Auriville Çarş. Eyl. 12, 2012 3:01 am | |
| Ad&Soyad: Violette Auriville Örnek RO: - bir:
Lucio o kadar tedirgindi ki yerinde duramıyordu. Derin derin nefes alıyor, başına birçok kez gelmiş olan panik atağın bu sefer gelmemesi için dua ediyordu. Ne diye kabul ettim ki? dedi içinden; fakat aslında kabul etmemişti. Öylece kalmıştı. Slytherin'in gözdesi olan genç Teia, hufflepuff erkekler yatakhanesinde bir şekilde -artık kimi öldürdüyse- girerek Lucio'yu görmüş, birkaç kelime ile ona baloya gelmesini emretmişti ve olay bitmişti. Çocuk o kadar şaşırmıştı ki dili tutulmuş, alnından boncuk boncuk terler akmaya başlamış ve Teia hızla kapıdan çıkana kadar öylece kalmıştı. Şimdi ise üzerinde büyük babasından kalan siyah bir smokin ve ayağında cilalı siyah ayakkabılar vardı. Saçları on numara olmuş, sonradan görme zengin -biipleri- andırıyordu. Aynaya birkaç kez baktıktan sonra hızla hufflepuff ortak salonundan çıktı. Elleri titremese, asasını kullanarak kaybolma büyüsü yapabilirdi; fakat bunu bile başaracak kelime hazinesi yoktu şapşal oğlanın. Aslında tedirgin olduğu iki şey vardı. Birincisi Teia idi. Onun sallantılı aşk hayatını, erkekleri nasıl ele geçirdiğini, herkesten üstün kibrini bilmeyen yoktu. Bir de “Manyak Adam Richard'ın” eski sevgilisi olunca işler iyice karışıyordu. Richard, Lucio'yu görüp başında şişe kırar veya bir kurt adama dönüşüp onu yerse çocuk hiç şaşırmazdı. İkinci nedeni ise onun biricik pıtırcığı, Liljana –öhöm, doritos- idi. Herhalde adı daha konulmamış, garip ve bir o kadar komik ilişkileri son bulurdu. Bunu düşünmek bile ürkütücüydü. Lucio, onun biricik pıtırcığı olmadan bir hiçti. Eğer kız onu terk ederse herhalde acısından ölürdü. Geri dönülmez ve dünyadaki tüm harika şeylere sahip genç cadıya o kadar çok aşıktı ki, onun yanında kusmamak için kusmuk torbasını hep yanında taşıyordu. Boncuk terlerin, geri geldiğini tekrar hissederken, olabildiğince hızlı adımlarla balo salonuna doğru yöneldi. Etrafına öcü görmüş bir çocuk gibi bakarak Richard veya Liljana'ya yakalanmamak için elinden geleni yapıyordu.
Kollarını birleştirip, bir koruma gibi "Damsız almıyoruz adamım." moduna girmek üzereyken, güzeller güzeli Teia'yı görüp küçük dilini yutma tehlikesine girdi. O anda ayıcıklı pijamaları içinde, bal kabağı suyu içip, bir Marvel çizgi romanı okumak varken, kendisinden çok daha üstün duran yılanla ne işi olduğunu merak ediyordu. Teia o kadar güzel olmuştu ki, saniyenin dörtte biri gibi bir sürede Liljana'yı bile unutmuştu. Ama pıtırcığını nasıl unutabilirdi ki? -bunlar hep Gizem'i mutlu etmek için.- Genç cadı, bir prenses gibi salına salına Lucio'nun koluna girdiğinde, kendisinden hiç beklemediği, minnet dolu iki sözcük çıkardı. Teşekkür ederim. Lucio gözlerini kırpıştırırken genç cadıya ne söyleyeceğini bilmiyordu. Genelde Teia ondan bir şey ister, Lucio yapardı. Ya da Lucio ışın kılıçları veya iki kule hakkında bir şeyler söyler, Teia da onun kaybolmasını isterdi. Bu sefer geceyi mahvetmek istemiyordu. Tehlikeli oyunların içine istemeden girdiğinin farkındaydı. Tam karşısında Richard'ın haşmetli bedenini gördüğünde hık diye gidecekti. Genç adam onları fark etmemiş olacak ki, Lucio hala sağdı. Hem bir açıdan mutlu olmalıydı, en azından büyücünün elinde bir balta yoktu; lakin gecenin ilerleyen saatlerinde çığlık maskesiyle ona doğru bir hamle yapacağı paranoyasına kapılmıştı. Teia'da Samara olarak gelecekti ve Lucio -zavallı mahluk- iki yaratık tarafından öldürülen en şapşal porsuk olarak tarihe geçecekti.
Teia onu anlayamadığı bir şekilde uç köşeye doğru sürüklerken, ne yapacağını, nasıl davranacağını, iki dudağını nasıl oynatacağını unutmuştu. Aman tanrım! Nefes almayı bile unutmuştu. Cadının kolundan kurtularak boğazını tutmaya başlayıp, kendini boğuyormuş gibi yaparken, Teia o kadar sinirlenmişti ki ellerini kaldırarak ne yapıyorsun dercesine bir işaret yaptı. Lucio, sonunda derin bir nefes aldıktan sonra büyük bir korkuyla geri verdi. " Şey, bilirsin, bazen nefes almayı unutuyorum. " Teia gözlerini devirip, bir kaymak birası alırken, Lucio iç çekti. Şimdi benim pıtırcığım olsa bana böyle davranmazdı. Kesin o da nefes almayı unuttuğunu söylerdi. Sonra ikimiz de Titanic'in son sahnesine ve para düşkünü James Cameron'a küfür ederdik. Genç kıza baktığında Lucio ile ilgilenmediğini fark etti. O yokmuş gibi davranıyordu. Hoop, burdayım Cüneyt, nereye bakıyon?! dedi içinden. Ardından sırf kızın dikkatini çekmek için dans pistine atladı. Sonra baloda yapılabilecek en rezil şeyi yaptı. MÜKEMMEL LUCIO DANSI! Etrafındaki kimseye bakmıyordu. Tabi pıtırcığı olsa kesin ona bakardı. Kimse ile ilgilenmeden kendince dans ederken, çevresinden kahkahalar duymaya başladı. -Vah canına Teia, partnerin çok havalıymış! EVET! İşte bunu istiyordu. Teia şimdi onunla kesin gurur duyardı. Mutlu mutlu dans ederken, Teia çıldırırcasına, annelerin çocuklarını parktan sürüklemesi gibi çekiştirmeye başladığı oğlanı. Ne yapıyor lan bu? dercesine genç cadıya bakarken, tüm seslerin arasında en toku Richard'ın sesini duyunca donup kaldı. Anasini satiim, boku yedim.
- iki:
Jezebel Moraine & Alhwin SchröderAnd Love is not a victory march / Halleujah Gözlerini kapatarak yavaşça selamladı önündeki coşkulu kalabalığı. Her şey o kadar büyüleyici, o kadar ihtişamlıydı ki asırlar sonra bile insanın kalbinden asla kopamayacak bir parça gibiydi. Uzun adımlarıyla büyük çadırın içinde yürümeye başladı. Her zaman ki gibi insanları heyecanlandırmak istiyordu. Sirkin en eğlenceli şovunu görmeye gelen zengin adamlar, yanlarında oturan metresleri ile birlikte söylenmeye başladılar. Şovun bir an önce başlamasını istiyorlardı. Arka sıralarda oturan halk ise, heyecanla bekliyordu. Ne şikayet ediyor, ne bağırıyor ne de konuşuyorlardı. Birçoğu, hayatlarında bir daha göremeyecekleri bu fırsatı yok etmek istemiyor gibiydi. Alhwin Schröder sonunda gözlerini açtı ve çadırın tam ortasında duruverdi. Yaklaşık on saniye kadar hiçbir şey yapmadı. Seyirciler pür dikkat oğlan çocuğunu izlerlerken genç şovmenin ağzından bir ıslık süzülüverdi havaya. İki kere öttürdü ıslığını. Hiçbir ses yoktu. Tam herkes yuhalamaya başlayacakken, Alhwin bir daha ıslık çaldı. O anda tüm şempanzeler yukarıda saklandıkları halatlardan kaymaya başladılar. Kalabalıktan hayret verici nidalar yükselmeye başladı. Bir anda tüm çadır, elli maymun ve bir maymun çocukla dolmuştu. Büyük megafondan Mr. Moraine'nin sesi yükseldi.
" Bayanlar, baylar! İşte karşınızda Maymun Adam! " Ve işte şov başlamıştı. Alhwin, elli maymunu bir arada tutarak, mükemmel bir iş çıkarıyordu. Onlar gibi hareket ederek, onlar gibi ateş çemberlerinden atlayıp, birlikte hiphop dansı yaparak, maymunlarla birlikte altta kalanın canı çıksın oynayarak Almanya'nın kalbini bile fethetmeyi başarmıştı. Onu maymun adam yapan şey de tam olarak buydu aslında. Hiçbir sirk şovmeni, eğittikleri hayvanlarla bu kadar içli dışlı olmazdı. Hepsi onlara emir vererek, hayvanlarının hünerlerini sergilemesini sergilerdi. Oysa Alhwin, tam tersini yapıyordu. Kendi şempanzeleri ile birlikte atlayarak, onlarla birlikte hareket ederek farklı olduğunu ortaya koyuyordu. Ayrıca bazı zamanlarda öyle şeyler oluyordu ki insanın aklı ermiyordu. Çocuk zor durumda kaldığında olağanüstü bir şey yapıyor ve durumdan kurtuluyordu. Sanki bir büyücü gibi! Mr. Moraine her ne kadar onu sihirbaz yapmak istese de Alhwin, maymun olmakta oldukça kararlıydı! Şovu bittiğinde tek ayağının üzerinde, iki elinde üç tane bebek şempanze varken selam verdi ve kulisin içine girdi. Neşeyle şempanzeleri kafeslerine koyarken Moraine gelip çocuğun sırtına vurdu. " Sen ne yaptığını sanıyorsun? " Çocuk anlam veremeyerek boş boş sahibine baktı. " Hiç yeni bir şey yok! Hep aynı zımbırtılar, aynı ateş çemberleri, aynı oyunlar! " Alhwin ağzı bir karış açılmış halde adamı dinliyordu. Ah, hadi ama! Şaka yapıyor olmalısın. " Ama herkes bayıldı! " dedi yüksek sesle. Adam hoşnut olmayan bir edayla burnunu kırıştırdı. " Aptal, beş parasızlar tabi bayılır. Önemli olan iş adamları, yatırımcılar, karısını evde bırakıp metresleri ile gelen zengin piçleri! Tüm para onlarda! Ve onlar bana ne dedi biliyor musun? " Alhwin gözlerini devirerek omuz silkti. " Ne demişler? " dedi alaycı bir ses tonu ile. Adam hırsla genç delikanlıya bir yumruk attı. Çocuk geriye doğru sendeleyip yere düştü. Burnundan kan geliyordu. " Hastalıklı devenin, oynak kıçlı eşeği becermesinden doğma bir piç olduğunu! " Bu kadarı yeterdi. Bu gece aynı şeyler olmayacaktı. Bir dolandırıcı olan bu pislik adam, çocuğu Hindistan'da, battaniye ile sarılı, üzerinde de sadece isminin yazdığı kundakta bulduğunda onu büyütmüş, sirk için eğitmişti; fakat ona bir çocuktan ziyade sirkindeki hayvanlardan biriymiş gibi davranmıştı. Çoğu kez adamın şiddetine maruz kalmasına karşın hiçbir zaman karşılık vermemişti; çünkü adam sürekli ona minnet duyması gerektiğini hatırlatıp duruyordu; lakin bu kadarı fazlaydı. Keşke beni yanına almamış olsaydın! diye düşündü. Ayağı kalkıp kanayan burnunu sildi. " Ne yapmamı istiyorsun? " dedi bezgin bir halde. Mr. Moraine, gözlerini kısmış çocuğa bakıyordu. Sonunda tekrar Alhwin'in yakasına yapıştı. " Ne mi yapmanı? Kahrolası herhangi bir şey yap! Hani bazen tuhaf şeyler yapıyorsun ya, onlardan. Yoksa seni doğduğuna pişman ederim. " Adam yakasını düzelterek tam kulisten çıkacakken Alhwin arkasından bağırdı. Tuhaf bir şekilde, eğer bu gece ona karşı çıkmazsa, bir daha asla karşı çıkma şansının olmayacağını düşünüyordu. " Hey Jackson! " dedi. Adam kaşlarını kaldırarak başını yarım bir biçimde oğlana döndürdü. " Hiçbir şey yapamazsın. "
Her şey bir anda oluvermişti. Jackson Moraine, çocuğun üzerine doğru yürürken, Alhwin de karşılık vermeye hazır bir haldeyken ikisinin de önemsediği bir sesin çığlığını duydular. Jezebel. Daha sonra birçok çığlık ve hayvanların acı dolu iniltileri yükseldi. Alhwin fırlayarak meydana çıktı. Her şey o kadar karmaşıktı ki ne olduğunu çözmek fazlasıyla zordu. Gösterinin yıldızı, patronun kızı Jezebel; Alhwin'e doğru telaşlı bir biçimde koşuyordu. Oğlan kızın belinden tutarak onu yakaladı. Ne olduğunu sorduğunda kız kesik kesik, nefes almaya çalışarak konuşmaya çalışıyordu. Atlar ile dans ederken, ateş çemberi bir anda yerinden fırlamış ve çadırın tavanına sıçramıştı. Birkaç saniye içinde her yer alev almıştı. Kızın elinden tutarak birlikte dışarı çıkmak için ortalıkta koşuşturan insanların arasına karıştılar. Alhwin, kızı sımsıkı tutuyordu. Eğer elinden kayarsa, ezilme tehlikesi yaşayabilirdi. O kadar korkunç bir tabloydu ki hatırlamak dahi istemiyordu. Zaten en son hatırladığı şey, büyük kolon yıkılıp onun altında kalmadan hemen önce Jezebel'in " Babam? " diye haykırışıydı.
1 Yıl Sonra... Siyah smokin üzerine tam oturmamıştı; ancak bedenini saran ceket tüm kaslarını gösteriyordu ve böyle çok daha mükemmel gözüküyordu. Sarı saçlarını iki eliyle hafifçe karıştırarak düzeltmeye çalıştı. Ne yaparsa yapsın iyi bir sonuç alamayacağından, omuz silkip vazgeçti. Sevgili profesörlerinin ona destek olurcasına, biraz da utandırıcı bir hareket göstererek ona hediye ettiği siyah deri ayakkabıları da giyerek hazırlığını tamamlamış oldu. Aynaya son bir kez baktıktan sonra merdivenlerden inip, ortak salona vardı. Hala Hogwarts diye bir yer olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Oysa buradaydı ve her şey sirk dünyasından bile daha şaşırtıcıydı. Kısa bir sürede o ve Jezebel yaşıtlarıyla aynı seviyeye gelmişti; lakin bu saçmalığı kabul etmesinin tek nedeni, sahiplendiği kızın rahat etmesini sağlamaktı. Kendisi parasız, işsiz geçinebilir, hatta bunu yaparken eğlenirdi bile; fakat Jezebel? O farklıydı. Alhwin sirkte, hayvanların yanında samanlıkta uyurken, o babası ile ihtişamlı otellerde kalıyordu. Kibar, nazik ve rahatına düşkündü. Bir hanım efendinin sahip olduğu tüm şımarıklığa ve gösterişe sahipti. Hogwarts -görkemli şato- onun için iyi bir deneyim olabilirdi. Gerçi Aidan'ın anlattığı ejderhalar, ruh emiciler ve kızgın quidditch topları tereddüt yaşamasına neden olmuştu. Alhwin, daha kendisinin bile bilmediği bu dünyada onu nasıl koruyabilirdi ki? Tüm bunları düşünürken neredeyse yarım saat geçmişti. Duvar saatine baktığında gecikmiş olduğunu fark etti. Sıkıntıyla iç çekti. Her zaman ki Jezebel. Aynı yaşta olmalarına ve tüm ömürlerini birlikte geçirmelerine rağmen, onunla senede bir ya da iki kez konuşurdu. Sevgili babası, onun Alhwin ile konuşmasını istemezdi. Tutucu bir adamdı. Alhwin geceleri sirk fahişeleri ile geçirirken kızı ders çalıştırırdı. Zaten bir araya geldiklerinde de pek konuşmazlardı. Alhwin, her ne kadar inkar etse de bu gösteriş meraklısı kızdan tüm hayatı boyunca hoşlanmıştı; fakat onunla konuşmaya yeltenmedi. Jezebel de tuhaf bir şekilde, çocuğu gördüğünde sessizliğe bürünüyordu. İşte bu son sene, Alhwin ve Jezebel hayatlarında hiç konuşmadıkları kadar çok konuşmuşlardı. Kızı her düşündüğünde kalbinin çarpmasına engel olamıyordu. Hem çocuksu bir dürtüyle ona derin bir sevgi besliyor, hem de erkeksi tarafı ile ona sahip olmak istiyordu. Aklına mahrem düşünceler geldiğinde ise kafasını sallıyor, kendisini suçlu gibi hissediyordu.
Sonunda genç cadı merdivenlerde belirdi. İki metre öteden bile ışıltısı fark edilen gözleri, çocuğu beklenti ile süzüyordu. Belli ki inanılmaz güzelliğini, başkasının ağzından duyarak tatmin olmak istiyordu; lakin Alhwin'in iltifat etmeye niyeti yoktu. Daha fazla bakıp, kalbinin sızlaması yerine, gözlerini abartılı bir biçimde deviriverdi. Genç kız ile aralarında asla bir şey olamazdı. Bunu düşünmek bile imkansızdı. Ona ne kadar ilgisiz davranırsa, aralarında o kadar az şey gelişeceğini düşünüyordu; lakin haksızdı. Kız, oğlanın bir şey dememesine bozularak, büyük bir hayal kırıklığı ile omuzlarını çökertip huysuz bir edayla dışarı çıktı. Alhwin, kızın onun koluna gireceğini düşünmüştü; fakat çok kızmış olacak ki önden hızlı hızlı yürümeye başladı. Genç büyücü, hiçbir şey söylemeden cadıyı sessizce takip etti. Balo salonuna geldiklerinde çocuğun gözleri bir kez daha kamaştı. Her şey o kadar abartılı ve süslüydü ki, Jezebel'in tam hoşlanacağı biçimdeydi. Sıkıntıyla içini çekti. Bu gece onun için oldukça zor geçecek gibi görünüyordu. Birlikte dans etmeye başlamış insanların arasından geçerken, herkesin göz ucuyla onlara baktıklarını hissedebiliyordu. Büyük ihtimalle hepsi bu iki yabancıyı merak ediyorlardı. Ortadaki masalardan birine yerleşmeyi düşündükten sonra tam kendisini sandalyesine atıp gömülecekti ki, genç kızın ayakta onu süzdüğünü fark etti. Tabi ya! Hemen ayağa kalkıp Jezebel'in sandalyesini çekti. Kız teşekkür ederek oturdu. Ardından Alhwin kendisini sandalyeye mıhladı...
x. Amortentia kişiye en çekici gelen şeylerin kokusuna sahiptir. Sizin Amortentia'nız nasıl kokuyor? ~ Islak toprak ve bademli kurabiye. x. Katlanmasını en zor bulduğunuz şey nedir? ~ Herhangi bir konuda benden daha çok bilgiye sahip insanlar. x. Derse giderken yerde bir arkadaşınızın günlüğünü fark ediyorsunuz, ne yaparsınız? ~ Başkasının günlüğü beni hiç mi hiç ilgilendirmez. x. Kütüphanenin Yasak Bölümü'nden bir kitap almanız gerekiyor, nasıl yapacaksınız? ~Başka birini oraya girmesi için ikna ederim. Yakalandığında ise suçlu ben olmam. x. Hogwarts mektubunu aldığınız an ne düşündünüz? ~Safkan olduğum ve ailemin sürekli bahsettiği bir şey olduğu için pek bir şey düşünmedim. x. Bir iksir icat edebilecek olsaydınız size aşk mı, güç mü, bilgelik mi yoksa şöhret mi verecek olanı seçerdiniz? ~Bilgelik. Arkasından güç ve şöhret zaten gelecektir. Ayrıca bir iksirin sahte aşktan öteye geçebileceğini düşünmüyorum. x. En çok nefret ettiğiniz düşmanınız yanınıza gelse, "Sana kötü davrandığım için özür dilerim. Hadi arkadaş olalım." dese ne yapardınız? ~Şaka olduğunu düşünürdüm herhalde. x. Müdürü beklerken odasındaki ilginç aletlerden birini kırdınız! Muhtemelen çok değerli de bir aletti. Müdür gelene kadar birkaç dakikanız var. Aklınızdan neler geçiyor? ~Aletin lanetli olduğuna dair bir hikaye uydururdum. | |
|
Dungeon Master Yönetici
Mesaj Sayısı : 76 Kayıt tarihi : 04/08/12
| Konu: Geri: Violette Auriville Çarş. Eyl. 12, 2012 6:55 am | |
| Ravenclaw IV. Sınıf! Potter's Diary RPG'ye Hoşgeldiniz. | |
|